FİL’İN DİŞİSİ YOLDA (MI?)
Geçtiğimiz günlerin meslek alanımızı ilgilendiren
en önemli gelişmesi, Alaybey Tersanesi’nde meydana gelen üzücü kazanın ardından
Odamızın İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı değerli meslektaşımız
Önder Uğurlu’nun tutuklanması oldu. Konunun ayrıca ve özellikle ele alınması
gereken yanı ise bu olay karşısında meslek kuruluşumuzun sergilediği umursamaz tutum
idi.
* *
*
Önder’in tutuklandığını, bir internet haber
sitesinde 8 Ocak 2013 tarihinde yayınlanan haberle duyabildik. Önceki benzer
olaylara baktığımızda, bu tutuklamanın çok daha öncesinden -ve muhtemelen olayın
en başından beri- Önder’in göz altında bulunduğunun ihtimal dahilinde olduğunu
söyleyebiliyoruz.
Anlaşılan meslektaşımız 1 ayı aşın bir süredir
özgürlüğünden mahrum, yılbaşını evinde ailesi ve dostlarıyla değil, cezaevinde
dört duvar arasında geçirmiş; ama biz bunu ancak tutuklandıktan sonra -ve meslektaşlarımız
ya da mesleki kuruluşlarımızdan yani kendi kaynaklarımızdan değil de- bir internet
sitesi sayesinde öğrenebilmişiz. Yani meslek
kuruluşumuz bir Şube Başkan Yardımcısı’nın tutuklanmasında “haber değeri” bile
görmemiş.
Bu noktada çıkarılabilecek sonuç, konuyu yakından
izleyen ya da izlemesi gereken meslek kuruluşumuzun yöneticilerinin, bir şube yöneticisinin
karşı karşıya kaldığı bu durumu neden “duyurmaya değer” bile bulmamış olduklarının
sorgulanması gerektiğidir.
* *
*
İrdelenmesi gereken diğer bir husus ise haberin
yayınlanmasından bu yana geçen iki haftayı aşkın bir süreye karşın, meslek
topluluğumuzun hala herhangi bir “tepki” vermemiş olmasıdır. Herhalde konunun
(ya da sorunun) esas önem taşıyan ve mutlaka çözülmesi gereken yanı da
burasıdır. Bir iş kazası nedeniyle kapatılan tersanenin önünde yüzlerce üyesini
toplayan/toplayabilen Gemi Mühendisleri Odası’ndan; yine başka bir iş kazası
sonrasında tutuklanan üyeleri için Odalarının öncülüğünde yüzlerce imza ile
gazete ilanları veren gemi mühendisleri topluluğundan; şube yöneticisinin
tutuklanmasını duyurma ihtiyacı bile duymayan bir örgüte ve buna sessiz
kalabilen bir meslek topluluğuna gelmişiz.
Çok değil, 5-6 yıl içinde bugün gelinmiş olunan
yer, nedenlerinin konuşulması ve mutlaka çözümlenmesi gereken bir yerdir.
* *
*
Bir zamanlar çevrelerinde garip karşılanan tuhaf bir
adetleri olan bir köy varmış. Köyde yaşayanların tuhaf alışkanlıkları,
kurdukları her cümlenin sonuna “anasını satayım” sözcüklerini de eklemeleri
imiş.
Örneğin,
-
işe mi gidiyorsun?
diye sorulduğunda
-
işe gidiyorum, anasını satayım.
ya da
-
bu yıl iyi mahsul aldın mı?
sorusunu
-
mahsulü dolu vurdu, anasını satayım.
şeklinde yanıtlarlarmış.
Günün birinde köye yeni bir imam atanmış ve daha atanır atanmaz, köyü ve köylüyü tanımaya fırsatı olmadan biri ölüvermiş. İmam ilk kez köylü ile bir araya geldiği bu cenaze töreninde cemaate her zamanki gibi sormuş:
-
ölüyü nasıl bilirdiniz?
Aldığı yanıt imamı şaşkına çevirmiş:
-
iyiydi, anasını satayım.
Bir kez daha sormuş, kulaklarına inanamamış:
-
iyiydi, anasını satayım.
Üçüncü, dördüncü, beşinci… Hepsinde yanıt aynı…
Her seferinde, “sözlerinin bir cenaze törenine uygun düşmediğini anlarlar
da bu kez artık herhalde düzgün bir yanıt verirler” umuduyla, defalarca soruyu tekrarlayan
imam, son kez sorduğunda da aynı yanıtı alıp umudunu yitirince, dayanamamış
gürlemiş:
-
gömün anasını satayım.
* *
*
Görünen o ki, meslek topluluğu olarak biz de karşılaştığımız her
soru(n)u bir süredir
-
iyiydi, anasını satayım…
diye karşılamayı alışkanlık edinmişiz ve bu durumun sürmesi halinde çok
geçmeden
-
gömün anasını satayım…
yanıtını almaya da hazırlıklı olmalıyız.
* *
*
Burada, başka bir eski hikayeyi hatırlamakta yarar var:
Anadolu’yu işgal eden Timur fillerinin bakım ve beslemeleri konusunda Anadolu
insanını görevlendirmeyi düşünmüş; her şehre bir fil paylaştırmış. Akşehir’e
düşen filin ne var ne yok silip süpürmesinden perişan olan şehrin ileri gelenleri
de arasının iyi olduğunu düşündükleri Nasrettin Hoca’dan ricacı olmuşlar ve
başında onun yer aldığı ve şehrin ileri gelenlerinden oluşan bir heyet
oluşturarak, Timur’dan filini geri almasını istemeye gitmişler.
Timur’un çadırına doğru ilerlenirken, önce Kadı Efendi
-
siz yürüyedurun ben unuttuğum gözlüğümü alıp
arkanızdan yetişiyorum
diyerek sıvışmış; ardından sırayla diğerleri de benzer bahanelerle birer
birer yok olmuşlar.
Çadırdan içeri adım attığında dönüp arkasına bakan ve arkasında kimsenin
kalmadığını gören Nasrettin Hoca da Timur’un
-
hoş geldin Hoca, buyur bir arzun mu var?
sorusuna;
-
sağlığına duacıyız; Akşehir halkı beni elçi
gönderdi, fili çok sevdiler. Ancak bir sorunları var, yalnız kaldığı için filin
çok mutsuz olduğunu söylüyorlar, mümkünse yanına dişisini de istiyorlar.
diye karşılık verivermiş.
* *
*
Uzun sözün kısası ya da kıssadan hisse, içinde bulunulan durumun meslek
topluluğumuzu götüreceği çok daha vahim nokta, bir süre sonra kaçınılmaz olarak
“filin dişisi” ile karşılaşmak olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder